Juan J. Linz Totaliter ve Otoriter rejimler adlı eserindeki Diktatörlük üzerine bir not başlığında diktatörlüğü şu şekilde açıklamıştır.
“Gerek literatürde gerek günlük kullanımda demokratik olmayan ve gelenelsel temele de dayanmayan meşru hükümetleri adlandırmakta çoğu zaman kullanılan bir deyim, diktatörlüktür. Roma’daki tarihsel kökeni (dictator rei gerundae causa) itibariyle anayasada olağanüstü haller için öngörülmüş ve bununla sınırlı olağanüstü bir makamı ifade eden bu deyimin (diktatörlük ya altı aylık ve uzatılmayan bir süreyle ya da belli bir görevin yerine getirilmesiyle sınırlıydı) sonraları aşağılayıcı biri deyim olarak ve gevşek anlamda kullanılmaya başladı. Garibaldi ve Marx’ın bile diktatörlüğü hala bu negatif anlam dışında kullanmış olmaları rastlantı değildir.” (Linz, 2017: 30-31)
Bu gün deyimi bilimsel kullanım için muhafaza etmekte yarar varsa, onu otoritenin kullanılmasına ilişkin anayasal normlar geçici olarak ihlal eden veya askıya alan bir olağanüstü yönetim şekli tanımıyla sınırlı tutmak gerekir. Anayasal diktatörlük olağanüstü hallerle ilgili anayasa hükümlerine dayanılarak özellikle yaygın karşılık veya savaş durumlarında meşru anayasal otoritenin kararıyla tesis edilen ve bazı devlet makamların görev sürelerini seçmen karşısına çıkmaları gereken tarihin ötesine uzatan bir yönetim şeklidir. Böylece bir anayasa dışı otoritenin mutlaka anayasaya aykırı olması, yani siyasal kurumlarda kalıcı bir değişiklik yaratması gerekmez; aksine onları, bir kriz durumunda savunma görevini yerine getirebilir. “Anayasal diktatörlük deyiminin bu çelişik anlamlı niteliği nedeniyle Sartori ve başkaları ‘kriz hükümeti’ deyimini tercih etmektedirler. Gerçekten geleneksel yönetimlerin veya otoriter rejimlerin çöküşünden sonra, demokratik rejimleri kurma amacıyla genel seçimlere gitmek üzere iktidarı ele geçiren ihtilal komiteleri, seçmen kitlesince onaylanmayıp geçici hükümetler olarak kaldıkları sürece, kelimenin bu dar anlamında diktatörlük sayılabilir.” (Linz, 2017: 30-31)
Linz diktatörlüğü tanımlarken anayasal diktatörlüğün, anayasa dışı olarak seçimleri uzatan bir yönetim şeklidir. Bu durumun anayasaya aykırı olmasının gerekmediğini bir kriz durumunda savunma görevi görevini yerine getirebilir.
Diktatörlüğün gerek anayasal düzen içerisinde gerek anayasal düzen dışında bir yönetim sergilemesi demokrasinin yaşamsal alanda yer almadığı sürece toplum üzerinde baskı ve diğer yandan kişisel ihtirasın ve zenginliğin veya diktatöre bağlı bir zümrenin hükmü geçerli olur. Diktatörlüğü bir kriz hükümeti gibi veya savunma amaçlı olarak anayasa dışı hareket etmesini meşru kılmaz. Linz diktatörlüğü tanımlarken şöyle devam etmiştir.
“Diktatörlük deyimini ister demokratik, ister geleneksel, ister otoriter olsun, önceki rejimin iktidara gelişi ve iktidar kullanışıyla ilgili kurumlaşmış kuralların’dan bir kopmaya ifade eden ve kendisi henüz kurumlaşmamış olan ana dönem kriz hükümetleri için saklı tutacağız. Bu kuralların bir rejimin anayasasında öngörülmüş kurallara göre geçici olarak askıya alınması durumuna ise kriz hükümeti veya anayasal diktatörlük adını vereceğiz.” (Linz, 2017: 33)
Demokratik olmayan rejimler diktatörlük olarak tanımlarken siyaset dışında düşünülmesini göz ardı edemeyiz. Sabri Sayarı, Hasret Dikici Bilgin Karşılaştırmalı siyaset Temel konular ve yaklaşımları adlı eserinde
“Diktatörlüklerde siyaset vardır ve dolayısıyla onlarda aynı demokrasiler gibi siyasal rejim çalışanlar için birer laboratuvardır. Ancak son yıllarda diktatörlük tiplerine siyaset biliminin ilgisinin artmasının en önemli nedeni bu rejimlerin sadece kendi içinde farklılaşmanın aynı zamanda demokratikleşmeyi etkileyen bir olgu olduğu fikridir. Bir ülkedeki diktatörlük tipi o ülkedekinin demokratikleşip demokratikleşmeyeceğini ve eğer demokrasiye geçebilirse demokrasinin hangi alanlarında zorluk yaşayabileceği hakkında bize fikir verir.” (Sayarı ve Bilgin, 2016: 47)
Demokratik olmayan rejimleri diktatörlük olarak üst tanım yapıldığında düşünürler diktatörlük türleri olarak kategoriye ayırmışlardır. Kategorik olarak dikta rejimlerini Lınz ve Stepan dört türe ayırırken bir ölçüt kullanmışlardır. Tespit edilen ölçütleri oluşturulan diktatörlük tiplerini dörde ayırmışlardır.
Sabri Sayarı, Hasret Dikici Bilgin Karşılaştırmalı siyaset Temel konular ve yaklaşımları adlı eserinde, “Linz ve Stepan diktatörlük tiplerini, çoğulculuk, ideoloji, mobilisazyon (kitlelerin harekete geçirilmesi) ve liderlik gibi dört ölçüte göre ayrıştırır. Bu dört ölçütte aldıkları değerlere göre de diktatörlükleri Otoriter, totaliter, post totaliter, sultancı, olarak dört ayrı ideal tip oluşturur. Bu ölçütlere göre ayrıştırılan dört rejim tipinin ortak noktasıysa hiçbirinde çok partili adil seçimler olmamasıdır.” (Sayarı ve Bilgin, 2016: 47)
Demokratik rejimleri tanımlarken siyaset olarak adil seçimler olmasını temel ölçüttü, diktatörlükte ise Lınz ve Stepan ayrıştırma ölçütleri sonucu oluşturulan diktatörlük rejimlerinde ise seçimlerin adil olmamasıdır. Demokratik ve katılımı geniş adil seçimlerin demokrasinin temelini oluşturmaktadır. Şunu göz ardı etmemeliyiz. Adil seçimler veya katılımların geniş yelpazede olması o ülkenin demokratik ülke olduğu anlamını taşımayacağıdır. Toplumun eğitim düzeyi, aydınlanması, ekonomik düzeyi de adil yapılan seçimlerde iktidara gelen hükümetlerinde adil tutumda olmasını sağlayacak bilinçte olmalıdır.
Diğer bir düşünür Geddes diktatörlükleri ayrıştırma kategorisi olarak farklı bir yöntem kullanmıştır. Geddes’e göre, demokrasilerle (Geddes terminolojisinde otoriter olmayan) diktatörlükleri (Geddes terminoljisinde otoriter) ayrıştırırken minimalist demokrasiye yakın bir tanım kullanır. Bu tanıma göre bir rejimde muhalif partiler yasaklanmışsa veya ciddi kurumsal engellerle karşılaşıyorsa; ya da yönetici parti hiçbir zaman yürütmenin kontrolünü kaybetmediyse ve meclisteki sandalyelerin en az üçte ikisini he seçimde kontrol edebiliyorsa o rejim diktatörlük sayılır. Linz ve stepan diktatörlükleri çoğulculuk, ideoloji, mobilisazyon ve liderlik ölçütlerine göre sınıflandırırken Geddes sınıflandırmasında yönetime erişimi kimin kontrol ettiği ve siyaseti kimin etkilediği ölçütlerini kullanır (Sayarı ve Bilgin, 2016: 47).
Barbara Geddes tespit ettiği ölçütlere göre diktatörlükleri şu şekilde adlandırır. Tek parti, askeri, kişisel ve saf rejimlerin birleşimden karma rejim tipleridir.
Lınz ve Stepan‘ın ölçütlerine göre oluşturduğu diktatörlük türleri Geddes’in rejimleri arasında temelde birbirleri ile tam olarak örtüşen diktatörlük tipleri değildir. Lınz ve Stepan diktatörlüğü dört tipe ayırırken ideolojik, hükümet sistemi ve toplulukların mobilizasyonuna bağlı olduğu görülmektedir. Babara Geddes ise ideolojik ve hükümet sisteminin göz ardı edilmiş şekilde toplulukların baskı ile oluşturulan diktatörlükleri türleştirmiştir. Her ne kadar ölçütlerinde iktidarı kimin kontrol ettiği ve siyaseti kimin etkilediği kriterleri Lınz-Stepan belirlediği diktatörlük tipleri gibi tabana dayalı değildir.
Demokratik olmayan rejimleri tanımlarken diktatörlük olarak adlandırmıştık. İktidara sahip olanlar halkı yönetirken ideolojik temel üzerinde kendi ideolojik sistemlerini kurarak halkın siyasal ve ekonomik olarak baskı içerisine bulunurlar. Devletin aygıtlarını kullanarak demokrasinin uygulanmasını engeller. Devletin yönetimini özel kuruluşlar veya sahip olduğu siyasi parti vasıtasıyla yönetir. Bürokrasi hantallaşır inisiyatif alamaz hizmetler adil bir şekilde dağıtılamaz ekonomi durgun hale gelir. Dış dünya ile irtibatı stabil hal alır. Hukuk devletinden hızla uzaklaşarak kanun devleti halini alır. Artık bir zümrenin yönetimi ile kapalı bir idare şekli oluşur.
Prof. Dr. Ergün Özbudun’un otoriter rejimler, seçimsel demokrasiler ve Türkiye adlı eserinden otoriter rejimlerim ayırt edici özelliklerini değinelim.
Linz, 1964 yılında yayınlanan makalesinde otoriter rejimleri şöyle tanımlamıştır: “Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir ideolojiye değil. Kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler.”
Bu tanımın üç unsuru içerdiği görülmektedir. Sınırlı plüralizm, bir ideolojiden ziyade bir zihniyet varlığı ve siyasal mobilizasyonun düşük düzeyde oluşur. Linz’e göre, plüralizmin sınırlandırılması, hukuki ve fiili olabilir; uygulamanın etkinliği az veya çok olabilir; bu sınırlama, salt siyasal gruplara inhisar ettirilebileceği gibi, menfaat gruplarını da kapsayabilir; yeter ki, devletçe yaratılmamış veya ona bağlı olmayan ve siyasal süreci şu ya da bu yönde etkileyen bir takım gruplar mevcut olsun. Bazı rejimler, sınırlı sayıda bağımsız grupların veya kurumların siyasal katılmasını kurumsallaştırmak, hatta bunların ortaya çıkmalarını teşvik etmek noktasına kadar gidebilirler; ancak bunu yaparken, hangi grupların varlığına hangi şartlar altında müsaade edileceği konusundaki nihai kararın yöneticilere ait olduğunda da kuşkuya yer bırakmazlar. Üstelik siyasal iktidar bu gruplara karşı hayli duyarlı olsa bile, bunlar aracılığıyla vatandaşlara karşı hukuken ve/veya fiilen hesap verme durumunda değildir.
Linz, ideolojilerin totaliter rejimlerin belirleyici unsuru olmasına karşılık, otoriter rejimlerin zihniyetlere dayandığını belirtmekte ve bu ikisi arasındaki farkı şöyle açıklamaktadır: ideolojiler, aydınlar veya sözde-aydınlar tarafından yahut onların yardımıyla, çoğu zaman yazılı biçimde olmak üzere, fikri bakımdan az çok işlenmiş ve örgütlendirilmiş düşünce sistemleridir. Zihniyetler ise, değişik durumlara karşı kodlandırılmamış tepkiler sağlayan, rasyonel olmaktan çok, duygusal nitelik taşıyan, düşünce ve duygu tarzlarıdır. Zihniyet ruhsal ön yönelimdir; ideoloji, derin düşünme ve kendini yorumlamadır; zihniyet önce, ideoloji daha sonra oluşur; zihniyet şekilsiz ve değişkendir; ideoloji katı bir şekle bürünmüştür. İdeolojilerde güçlü bir ütopyacı unsur vardır; zihniyetler bugüne ve ya geçmişe daha yakındır. İdeolojilerle zihniyetler, cevaplandırabilecekleri sorunların çeşitliliği, bu cevapların kesinlik dereceleri, cevap çıkarma sürecinin mantığı ve bu cevaplarla politikalar arasındaki çelişkilerin gözle görünürlüğü açılarından çok farklıdırlar. Eylemleri meşru veya gayrimeşru kılacak belirleyici güçleri de, birbirinden çok farklıdır.
Bu farklılıklar nedeniyle, zihniyetleri yoğun bir siyasal eğitim ve mobilizasyon aracı olarak kullanmak, ideolojilere oranla daha zordur. Bu, bizi otoriter rejimlerle totaliter rejimler arasındaki üçüncü önemli farka, yani totaliter rejimlerin yoğun bir siyasal mobilizasyona ve katılmaya dayanmalarına karşılık, otoriter rejimlerde katılma ve mobilizasyonun düşük düzeyde oluşuna götürmektedir. Linz’e göre, otoriter rejimlerin, ortak olgusal karakterlerden biri, siyasal mobilizasyonun düşük düzeyde ve sınırlı oluşudur. Bazı rejimlerde vatandaş kitlesinin siyasetten uzaklaşması (depoliticization) yöneticilerin amaçlarına uygun düşer, zihniyetleriyle bağdaşan ve onları destekleyen sınırlı plüralist unsurların karakterlerini de yansıtır. Bazı otoriter rejimler, kuruluşlarındaki tarihsel ve sosyal ortam nedeniyle, başlangıçta böyle bir mobilizasyon sağlamaya çalışabilirlerse de, rejim daha totaliter veya daha demokratik bir yöne doğru gitmedikçe, sonunda mobilizasyon ve katılmayı sürdürmek güçleşir. Özellikle bir tek parti ve onun kitle örgütleri vasıtasıyla yürütülecek etkin bir mobilizasyon, sınırlı plüralizmin diğer unsurları, özellikle ordu, bürokrasi, Kilisler veya menfaat grupları tarafından bir tehdit olarak görülür. İdeolojinin yokluğu, uzlaşmacı ve çoğu zaman taklitçi karakteri; hepsinin üstünde, yöneticilerin, özellikle askeri elitlerin, bürokratların ve rejime yandaş partilerden kooptasyon yoluyla devşirilmiş politikacıların zihniyetleri, mobilizasyon ve katılma yolunda ciddi engeller oluşturur. İdeoloji mevcut olmayınca, militanları gönüllü kampanyalar, parti toplantılarına düzenli olarak katılma, yüz yüze propaganda faaliyetleri vb. amaçlarla mobilize etmek güçleşir. Ütopyacı unsurlara sahip bir ideoloji olmayınca, siyasete daha pragmatik ve yakın çıkarları gerçekleştirecek bir araç olarak değil, başlı başına bir amaç olarak ilgi duyanları cezp edebilmek zor olur. İdeoloji olmayınca, gençlerin, öğrencilerin, aydınların siyasete katılmaları ve halkı siyasallaştıracak kadrolar oluşturmaları olasılığı azalır (Özbudun, 2011: 4-6).
Toplumu, baskı içerisinde tek taraflı uzlaşmacısız bir tutumla çıkarılan kanunlarla korku ve tehdit içerisinde halkı yönetmektir. Hukuk devletinden uzak baskıcı kanunlarla yönetilen halk demokratik haklarını kullanmaz hale gelir. Toplum aydın kesimi artıkça bu sistem gerek dıştan gerekse içten baskı yaparak sistemin değişmesi için muhalefet oluştururlar.
Demokrat olmayan liderler hukukun üzerinde oldukları için anayasal yapı(şayet varsa)zayıf bir kılavuzdur. Yasalar muğlaktır ve birbirleriyle çelişmelidir, bu da rejimin başını ağrıtan herkesi mahkemeye çıkarmanın bahanesini oluşturur. Hassas davalar için çoğunlukla özel mahkemeler (sözgelimi, askeri mahkemeler) devreye sokulur. Yasama organı ve yargı profesyonel olmaktan uzak ve etkisiz, yeterli mali kaynağa sahip değildir. Yurttaş haklarına pek saygı duyulmaz; devlet yetkili özel kuruluşlar aracıyla işler. Anayasal sınırlamanın olmayışı azınlık grupları mahkumlar ve kadınlar gibi güçsüz grupların keyfi muameleye tabi tutulmasına yol açar. Özel mülkiyet hakkını korumaya yönelik amir bir yasal çerçeve olmadığı için otoriter yönetim genellikle iktisadi durgunlukla anılır. Yöneticiler pastanın en büyük dilimini hep kendilerine ayırmak isterler, gelgelelim pasta büyümediği için uzun vadede siyasal kırılganlık kaçınılmaz olur.
Otoriter liderlerin bu yapısal/siyasal belirsizliklere nasıl tepki verdiklerini saptamak bizi demokratik olmayan yönetimlerin özüne götürür. Bu gibi liderler kontrolü elden kaçırmamak için üç önemli araçtan istifade ederler. Birincisi, otoriter yöneticiler güçlü bir ordu ile güvenlik kuvvetini elinde bulundururlar. Pozisyonlarını daim kılmak için bu kaynağı kullanmaya hem istekli gözükmeli hem de kullanabilmelidir. Otoriter rejimlerde demokrasinin aksine askeri alan ile siyasal alan birbirinden ayrı değildir. İkincisi, otoriter yöneticiler kendi pozisyonlarını gayri resmi bir patronaj ağı vasıtasıyla idame ettirirler; böyle iktidarın diğer sahiplerini işe alma doğal kaynaklar üzerinde kontrol kurma ve para kazandıran fırsatlara erişim sağlama gibi mali imkanlar sağlayarak (bu kişiler de bu kaynaklar kendi destekçilerine dağıtırlar) onlarla eklemlenirler. Bu şeklide kişinin kendi hamisine ve dolaylı olarak da rejime bağlanması başarılı bir kariyerin anahtarı öğesi olur. Üçüncüsü; otoriter rejimlerde medya sıkı bir denetime tabidir. Yöneticiler kendi başarılarının medyada büyük yer tutmasını temin ederler; öte yandan muhalifler bu medya organlarında ya eleştirilir ya da görmezden gelinir. Devletin itibarını tehdit etmek gibi muğlak ve kapsamı geniş suçlar gerekçe gösterilerek sansür uygulamasına gidilir.
Ergün Öbudun’un çevirisiyle Juan j.Linz Totaliter ve otoriter rejimler adlı eserinde otoriter rejimleri şöyle açıklamıştı. Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir ideolojiye değil. Kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler.
Otoriter rejimlere geçişler devrimler, darbeler, baskı uygulamaları ile meydana gelse bile ana teması olarak ideolojik davranılır, bu da muhafazakar anlayışın ön planda olması geçişleri kolaylaştırmıştır. Muhafazakar bir yaşam tercih eden ülkeler özellikle dini muhafazakarlık bağlı olan ülkeler otoriter yönetim sistemi ile yönetilmektedir. Bu gün otuzun üzerindeki Müslüman ülkeler otoriter yönetim ile yönetilmektedir. Örnek olarak Afganistan, Tunus, Mısır, İran, Endonezya gibi ülkeler askeri darbelerle yönetime geldikten sonra otoriter rejime dayalı yönetim içerisinde bulunmuşlardır. Dolayısıyla muhafazakar ideoloji ile otoriter rejim arasında sıkı bir ilişki vardır.
Dini referans olarak göstererek şahsi ve zümre çıkarlarını gözeten gruplar ülke ve toplum üzerinde otoriter rejimle birlikte hareket ederek baskı kurarak iktidara paylaşırlar.Bir çok bilim adamı siyasal din ile otoriter rejimin bir arada olamayacağını otoriter rejimlerin aksine siyasal din unsurunu uzak olduğu görüşündedirler.Totaliter rejimlerde daha etkili olduğu görüşündedirler.Günümüzde siyasal iktidarı elinde tutmak için otoriter olsun totaliter rejim olsun genel olarak bu tip yapılanmalardan faydalanmışlardır. Diğer bir ifade ile toplum içerisinde dinci yapılanmalar(gerçek dini referanstan uzak)demokratik olmayan yönetimlerden faydalanarak veya ortak hareket ederek toplum üzerinde baskı kurarak hem yönetimi hem de toplumu etkisi altına alma gayreti içerisindedirler.
Demokratik yönetim toplumun aydınlanmasında ve aynı zamanda bireysel inançların etkin ve bilinçlenme ile doğru kabul edilebilirliği etkin olacaktır.Toplum siyasal dinden uzaklaşarak gerçek manadaki dini referans alarak bireysel katkı sağlayacaktır.Diğer bir ifade ile iktidarı elinde bulunduranlar siyasal dini referans almadan adil,eşit ve hukuk çevresinde idare tesis ederek bireylerin siyasal din çevresinde kümelenmesinin önüne geçecektir.
Sözü edilen rejimlere en iyi örnek MISIR dır.Sonraki yazım MISIR olacaktır.
Dolayısıyla demokratik olmayan rejimlerin toplum üzerinde darbeler gibi yıkıcı modernleşmeden uzak dünya ile entegrasyonu kabul etmeyen ve dünyadaki illegal yapılanmaları üzerine çeken aynı zamanda gelişmiş ülkelerin demokratik olmayan rejimleri daha iyi kullandığını MISIR örneğinde daha iyi anlayacağız.