
Sosyal Medyada Görünürlük ve Gerçeklik Algısı
Sosyal medya, sadece bir iletişim aracı gibi görünse de, aslında bireylerin benlik algılarını, özsaygılarını ve gerçeklik deneyimlerini doğrudan etkileyen güçlü bir mecra haline geldi. Artık görünür olmak, neredeyse var olmanın koşulu sayılıyor. Bir fotoğraf paylaşılmamışsa yaşanmış sayılmayan anlar, içsel olarak gerçeklik algımızı da dönüştürüyor. “Beni gördüler mi?” sorusu, “Ben gerçekten var mıyım?” sorgusuna dönüşüyor. Ve bu, psikolojik olarak oldukça ciddi bir kırılmanın habercisi.
Elbette her insanın doğasında kabul görme, onaylanma ve ait olma ihtiyacı vardır. Ancak sosyal medya bu temel ihtiyacı çarpıtarak bir “sanal onay döngüsüne” dönüştürdü. Takipçi sayısı, beğeni oranı, yorumlar; artık kişinin ne kadar sevildiğini değil, ne kadar görünür olduğunu ölçüyor. Görünürlükle değer arasında kurulan bu yapay bağ, özellikle gençlerde benlik saygısının dış etkenlere bağımlı hale gelmesine yol açıyor.
Psikolojik olarak buna dışsal yönelimli özdeğer denir. Kişi kendi içsel değerinden çok, dış dünyanın tepkilerine göre kendini tanımlar. Ve bu durum, değersizlik duygusunu, kıyaslamayı ve zamanla anksiyeteyi beraberinde getirir.
Sosyal medya platformlarında karşılaştığımız içerikler, genellikle “düzenlenmiş gerçekliklerdir.” İnsanlar yalnızca güzel anlarını, başarılarını, estetik görünümlerini paylaşır. Oysa yaşam, çok daha karmaşık ve kırılgandır. Bu düzenlenmiş vitrin, başkalarının hayatlarını olduğundan çok daha ideal gösterirken, bireyin kendi yaşamını yetersiz ve eksik görmesine neden olur. Özellikle ergenlik döneminde bu durum, beden algısı bozuklukları, depresyon, sosyal fobi gibi sorunlara zemin hazırlar.
Burada Freud’un “ego ideali” kavramını hatırlamak gerekir. Sosyal medya, ulaşılması imkânsız bir ego ideali yaratır ve bireyi bu hayali benliğe ulaşamadığı için sürekli olarak yetersiz hissettirir.
Bir yanıyla da görünür olmak için sürekli mutluymuş gibi yapmak, filtrelerle beğeni toplamak, aslında bireyin kendini sahici olmaktan uzaklaştırmasına yol açar. Bir noktadan sonra kişi, kendi duygularını bastırarak sadece nasıl göründüğüyle ilgilenir. Bu durum, psikolojide yalancı özbenlik (false self) kavramı ile açıklanır. Donald Winnicott’a göre bu, kişinin kendi gerçek benliğini bastırıp dış çevrenin beklentilerine göre şekillenmesidir. Sonuçta birey, sahici duygularına yabancılaşır, ilişkilerde doyum yaşayamaz ve benliğinde bir boşluk hissi oluşur.
Sürekli çevrimiçi olma hali, beğenilme baskısı, paylaşılan her içeriğin performansa dönüşmesi bireyde tükenmişlik duygusunu artırır. Bu duruma literatürde dijital tükenmişlik (digital burnout) adı verilir. Özellikle sosyal medya içerik üreticileri ve genç kullanıcılar, bu baskı altında zihinsel ve duygusal olarak yorgun düşerler. Uyum sağlamaya çalışırken kimlik dağılması ve dikkat dağınıklığı da sık görülür.
Sosyal medya tamamen zararlı bir araç değildir. Ancak sağlıksız kullanım biçimlerine karşı farkındalık geliştirmek önemlidir. Şu sorularla başlamak faydalı olabilir:
• Bu paylaşımı gerçekten kendim için mi yapıyorum, yoksa başkalarının tepkisini mi bekliyorum?
• Sosyal medyada geçirdiğim zaman, beni iyi hissettiriyor mu yoksa tükenmiş mi hissettiriyor?
• Kendimi sürekli başkalarıyla kıyasladığımda ne hissediyorum?
Ebeveynlerin, eğitimcilerin ve uzmanların gençlerle bu konuları açıkça konuşması ve sağlıklı dijital alışkanlıklar kazandırması hayati önemdedir. Unutmamalıyız ki insan yalnızca nasıl göründüğüyle değil, ne hissettiğiyle de vardır. Ve bazen görünmeyen duygular, en çok anlaşılmayı hak eder.
Sosyal medya, sadece bir iletişim aracı gibi görünse de, aslında bireylerin benlik algılarını, özsaygılarını ve gerçeklik deneyimlerini doğrudan etkileyen güçlü bir mecra haline geldi. Artık görünür olmak, neredeyse var olmanın koşulu sayılıyor. Bir fotoğraf paylaşılmamışsa yaşanmış sayılmayan anlar, içsel olarak gerçeklik algımızı da dönüştürüyor. “Beni gördüler mi?” sorusu, “Ben gerçekten var mıyım?” sorgusuna dönüşüyor. Ve bu, psikolojik olarak oldukça ciddi bir kırılmanın habercisi.
Elbette her insanın doğasında kabul görme, onaylanma ve ait olma ihtiyacı vardır. Ancak sosyal medya bu temel ihtiyacı çarpıtarak bir “sanal onay döngüsüne” dönüştürdü. Takipçi sayısı, beğeni oranı, yorumlar; artık kişinin ne kadar sevildiğini değil, ne kadar görünür olduğunu ölçüyor. Görünürlükle değer arasında kurulan bu yapay bağ, özellikle gençlerde benlik saygısının dış etkenlere bağımlı hale gelmesine yol açıyor.
Psikolojik olarak buna dışsal yönelimli özdeğer denir. Kişi kendi içsel değerinden çok, dış dünyanın tepkilerine göre kendini tanımlar. Ve bu durum, değersizlik duygusunu, kıyaslamayı ve zamanla anksiyeteyi beraberinde getirir.
Sosyal medya platformlarında karşılaştığımız içerikler, genellikle “düzenlenmiş gerçekliklerdir.” İnsanlar yalnızca güzel anlarını, başarılarını, estetik görünümlerini paylaşır. Oysa yaşam, çok daha karmaşık ve kırılgandır. Bu düzenlenmiş vitrin, başkalarının hayatlarını olduğundan çok daha ideal gösterirken, bireyin kendi yaşamını yetersiz ve eksik görmesine neden olur. Özellikle ergenlik döneminde bu durum, beden algısı bozuklukları, depresyon, sosyal fobi gibi sorunlara zemin hazırlar.
Burada Freud’un “ego ideali” kavramını hatırlamak gerekir. Sosyal medya, ulaşılması imkânsız bir ego ideali yaratır ve bireyi bu hayali benliğe ulaşamadığı için sürekli olarak yetersiz hissettirir.
Bir yanıyla da görünür olmak için sürekli mutluymuş gibi yapmak, filtrelerle beğeni toplamak, aslında bireyin kendini sahici olmaktan uzaklaştırmasına yol açar. Bir noktadan sonra kişi, kendi duygularını bastırarak sadece nasıl göründüğüyle ilgilenir. Bu durum, psikolojide yalancı özbenlik (false self) kavramı ile açıklanır. Donald Winnicott’a göre bu, kişinin kendi gerçek benliğini bastırıp dış çevrenin beklentilerine göre şekillenmesidir. Sonuçta birey, sahici duygularına yabancılaşır, ilişkilerde doyum yaşayamaz ve benliğinde bir boşluk hissi oluşur.
Sürekli çevrimiçi olma hali, beğenilme baskısı, paylaşılan her içeriğin performansa dönüşmesi bireyde tükenmişlik duygusunu artırır. Bu duruma literatürde dijital tükenmişlik (digital burnout) adı verilir. Özellikle sosyal medya içerik üreticileri ve genç kullanıcılar, bu baskı altında zihinsel ve duygusal olarak yorgun düşerler. Uyum sağlamaya çalışırken kimlik dağılması ve dikkat dağınıklığı da sık görülür.
Sosyal medya tamamen zararlı bir araç değildir. Ancak sağlıksız kullanım biçimlerine karşı farkındalık geliştirmek önemlidir. Şu sorularla başlamak faydalı olabilir:
• Bu paylaşımı gerçekten kendim için mi yapıyorum, yoksa başkalarının tepkisini mi bekliyorum?
• Sosyal medyada geçirdiğim zaman, beni iyi hissettiriyor mu yoksa tükenmiş mi hissettiriyor?
• Kendimi sürekli başkalarıyla kıyasladığımda ne hissediyorum?
Ebeveynlerin, eğitimcilerin ve uzmanların gençlerle bu konuları açıkça konuşması ve sağlıklı dijital alışkanlıklar kazandırması hayati önemdedir. Unutmamalıyız ki insan yalnızca nasıl göründüğüyle değil, ne hissettiğiyle de vardır. Ve bazen görünmeyen duygular, en çok anlaşılmayı hak eder.