
Kadına Şiddet ve Psikoloji
Her gün yeni bir haber bülteniyle daha uyanıyoruz: bir kadın daha öldürüldü, bir kadın daha sokakta saldırıya uğradı, bir kadın daha en yakınındaki erkek tarafından şiddete maruz kaldı. Her bir olay, yalnızca o kadını değil, toplumun tamamını –özellikle de kadınları– derinden sarsıyor. Çünkü şiddetin yarattığı travma, yalnızca fiziksel değil; toplumsal hafızada sürekli kanayan bir yara gibi duruyor.
Kadına yönelik şiddet vakaları münferit değildir. Bu olaylar, patriyarkal yapının, cinsiyet eşitsizliğinin ve kadın bedenine yönelik tahakkümün sonucu olarak karşımıza çıkar. Ancak bu şiddet olaylarının her biri, doğrudan tanık olmasak bile, kadınların gündelik yaşamda kendilerini nasıl konumlandırdığını, nasıl düşündüğünü ve en çok da nasıl hissettiğini etkiler.
Çoğu kadın artık yalnız yürürken kulaklığını çıkarıyor, akşam eve dönerken telefonunun konumunu açıyor, bir yabancının adımlarını arkasında hissedince kalbi hızla çarpıyor. Bu davranışlar, sıradan tedbirler değil, içselleştirilmiş bir tehlike algısının ve güvensizlik hissinin psikolojik karşılıklarıdır.
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre güvenlik, en temel ihtiyaçlardan biridir. Kişi, fizyolojik ihtiyaçlarını karşılasa bile eğer kendini güvende hissetmiyorsa, bir üst basamak olan aidiyet, sevgi, saygı gibi psikolojik ihtiyaçlara ulaşamaz. Yani, kadınlar için güvenlik sorunu yalnızca bir hak meselesi değil; aynı zamanda psikolojik bütünlüğü doğrudan etkileyen bir temel ihtiyaçtır.
Sürekli tetikte olmak, tehlike algısıyla yaşamak, beyinde amigdala adlı yapının sürekli aktif kalmasına neden olur. Bu durum, uzun vadede kaygı bozuklukları, uyku problemleri, öfke patlamaları, hatta travma sonrası stres bozukluğu gibi ciddi psikolojik sorunlara yol açabilir.
Kadına şiddet yalnızca maruz kalan kadını değil, bu olaylara tanıklık eden veya sürekli bunları duyan tüm bireyleri etkiler. Özellikle çocuklar, annelerinin şiddete uğradığına şahit olduklarında, kendi gelişim süreçlerinde ciddi travmalar yaşayabilirler. Kadınların öfkeyle değil, korkuyla yaşadığı bir toplumda, erkek çocuklar sağlıklı bir duygusal model geliştiremez; kız çocuklar ise "zaten başıma gelebilir" duygusuyla büyür.
Bu durum, toplumda öğrenilmiş çaresizlik hissini pekiştirir ve bireylerin değişim için adım atma inancını zedeler.
Güven, yeniden inşa edilebilir. Ancak bu yalnızca bireysel önlemlerle değil, sistemsel yaklaşımla mümkündür. Kadına yönelik şiddetle mücadelede hukuki yaptırımların etkinliği, kolluk kuvvetlerinin eğitim düzeyi, medyanın sorumluluğu ve en önemlisi toplumsal zihniyet dönüşümü gereklidir. Kadını koruyan değil, kadına şiddeti mümkün kılan sistemi değiştiren bir yaklaşım gereklidir.
Psikolojik olarak ise kadınların kendi travmalarını ifade edebilecekleri güvenli alanlar, terapi imkanları ve sosyal destek sistemleri son derece değerlidir. Aynı şekilde erkeklerin de kendi duygularıyla sağlıklı ilişki kurabileceği, şiddetin bir güç değil acizlik olduğunu öğrenecekleri bir psiko-eğitim sürecine ihtiyaçları vardır.
Kadına yönelik şiddetin haber değeri taşıması değil, haber olması artık utanç vericidir. Kadınlar, görünür olmakla güvende olmak arasında bir seçim yapmamalıdır. Kıyafetini, saati, yürüyüşünü değil; şiddeti, öfkeyi ve suskunluğu sorgulamalıyız.
Unutmayalım: Sürekli diken üstünde yaşamak bir hayatta kalma stratejisidir, yaşam biçimi değil. Ve hiçbir kadın bu stratejiyi öğrenmek zorunda kalmamalıdır.