Burada ilk yayınlanan yazımda "Kimse bu yazdıklarımı nasihat, kibir, çokbilmişlik kabul etmesin, ne yazıyorsam kendime yazıyorum." demiştim. Şimdi okuduğunuz yazı kendime. Buyurun okuyun, bakalım ben neymişim.
Kendimle mücadeledeyim. Ne yapıyorum, nasıl yapıyorum, neden yapıyorum; kimi seviyorum, kimi sevmiyorum diye kendimi hesaba çekiyorum.
Dostluklar, ‘kullan at dostluğu’ olmuş. Sevgiler ve aşklar işi veya menfaati bitene kadar devam eder olmuş. İnsanların menfaatleri bittiğinde, çıkarlarını elde ettiklerinde, senden aldıklarını da sırtlanıp çekip gidiyorlar. Zorla girdikleri kapıdan bir çıkışları var ki, o kapıya bir daha gelmeyecekmiş gibi hızlıca çarpıp arkaya bakmadan gidiyorlar.
Bir yazıda okumuştum. Birine, ödeyemeyeceğinden ve hak etmediğinden fazla para, dostluk, iyilik, aşk verirseniz, zamanı gelince size bir vefa duymamak için, sizi ilk fırsatta alaşağı edermiş, zayıflatırmış. Öyle yapmasa, sizin iyiliğinizin altında ezilip kalacağını sanırmış.
Farkında mısınız bazılarınıza iyilik yaptınız ve ilk o sizi sırtınızdan bıçakladı. Size kim iyilik yaptıysa da ilk onu kırdınız, değil mi.
Çok uzatmayayım, en iyisi Karacaoğlan'a kulak verelim. Bundan 350 sene önce yaşamış, bu günü anlatmış sanki.
“Bir çift güzel geçer bağlardan ağrı,
Taramış zülfünü, vermiş tımarı.
Ak göğsün arası zemzem pınarı,
İçsem öldürürler, içmesem öldüm.
Başına vurunmuş kadife fesi,
Bir güzel uğruna tutarım yası.
Bacaya koymuşlar demir kafesi,
Baksam öldürürler, bakmasam öldüm.
Karac'oğlan der ki: Kendim öğmeyim,
Coşkun sular gibi bendim döğmeyim.
‘Güzel sevme’ derler, nasıl sevmeyim?”